28 Temmuz 2007 Cumartesi

NEŞET ERTAŞ Yalan Dünya

AŞIK VEYSEL Havalanma Telli Turnam

AŞIK VEYSEL ŞATIROĞLU


Aşık Veysel Şatıroğlu

Aşık Veysel, hayatini anlattığı bir şiirinde "Ücyüz-onda gelmiş idim cihana" diyor. Yıl 1894 oluyor hesapça. Sivas'a bağlı Şarkışla ilçesinin Sivrialan Köyünde dünyaya gelmiş. Anasi Gulizar, bir yaz günü koy dolaylarındaki Ayıpınar merasına koyun sağmaya gittiğinde; oracıkta bir yol üstünde doğurmuş Veysel'i. Göbeğini de kendi eliyle kesmiş. Yaman kadınmış Gülizar ana. Bebesini bir çaputa sarıp yürüye yürüye köye dönmüş. Babası Ahmet; bebenin adini Veysel koymuş. Yıllar geçmiş aradan büyümüş, konuşmuş, yürümüş Veysel çocuk. Böylece yedi yaşına varmış. O yıl bir çiçek hastalığı salgını olmuş Sivas'ta. Küçük Veysel de yakalanmış. Sol gözünde, cicegin beyi çıkmış kendi deyimiyle... Göz akıp gitmiş. Sağ gözüne de perde inmiş, önceleri. Yalnız ışığı seçebiliyormuş, bu gözüyle. Babasına "Çocuğu Akdağmadeni'ne götür, orada bu gözünü açacak bir doktor var." demişler. Sevinmiş Ahmet emmi. Gel gör ki talihsizlik yine yakasını bırakmamış Veysel'in. Bir gün inek sağarken babası yanına gelmiş. Veysel ansızın donuverince; yakında bulunan bir değneğin ucu öteki gözüne girivermiş. O göz de akıp gitmiş böylece. Veysel'in Ali adında bir ağabeysi ve Elif adında bir kız kardeşi varmış. Hepsi çok üzülmüşler Veysel'in kotu kaderine.

Babası meraklı adammış. Halk ozanlarından şiirler okuyup ezberleterek avutmaya çalışmış oğlunu. Sivas'ın köyleri saz sairleriyle dolu. Onlar da ara sıra gelip Ahmet emminin evine uğrarlarmış. Veysel ilgiyle dinlermiş calip söylediklerini. Babası, oğlunun ilgisini görünce; bir saz alıp vermiş ona. İlk saz derslerini, babasının arkadaşı olan Çamşıh'lı Ali Ağa'dan almış. Ve gitgide, kendini iyice saza vermiş Veysel. Unlu Halk ozanlarının şiirlerini çalıp söylemiş bir zaman. Yirmibes yasındayken (1919) anası, babası Veysel'i Esma adında bir kızla evermişler ve kısa sure sonra ikisi de göçüp gitmiş bu dünyadan (1921). Acı üstüne acı gelmiş, ama bitmemiş talihin kotu oyunu. İkinci çocuğu on günlükken, anasının memesi ağzına tıkanarak ölmüş, ardından da karisi yanaşmalarıyla evden kaçmış. Bu olay çok koymuş Veysel'e. Daha dertli olmuş ve iyice içine kapanmış. Karisi koyup gittiğinde bir kızı varmış Veysel'in. Daha bir yasini bile bitirmemiş. İki yıl kucağında gezdirmiş Veysel, ne çare o da yaşamamış. Bu sıralar Veysel'i yeniden evermişler. Bu karisi çocuk vermiş Aşığa. Biri olmuş, iki oğlan, dört kız, altısı sağ. Onlar da 18 torun vermiş Veysel'e.

Aşık Veysel, Cumhuriyetin Onuncu yıl dönümüne rastlayan 1933 yılına kadar, başka ozanların şiirlerini çalıp söylemiş. Kendi deyişlerini söylemekten utanır, çekinirmiş. O yıllarda sairlerimizden rahmetli Ahmet Kutsi Tecer tanımış Veysel'i. Onun ışık tutuculuğuyla Veysel'in şiirleri aydınlığa kavuşmuş. Veysel; şairliğinin gelişmesinde Tecer'in büyük yardımlarını gördüğünü söylerdi her zaman. Veysel'in gün ışığına çıkan ilk şiiri Gazi Mustafa Kemal Pasa için söylediği: "Türkiye'nin ihyası Hazreti Gazi" mısrasıyla başlayan şiirdir. Bundan sonra bütün yazdıklarını calip söyler olmuştu. 1933 yılına kadar, köyünden dışarı hemen hemen hiç çıkmadığı halde; bundan sonra bütün yurdu dolaşmış, yurdunun çeşitli şehirleriyle kasabalarını, köylerini yakından tanımıştır. Halk ozanlarından en çok Karacaoglan'i, Yunus'u, Emrah'i, Dertli'yi severdi. Çağımızın ozanlarından Ahmet Kutsi Tecer'in ayrı bir yeri vardı Veysel'de. Onun aracılığıyla Koy Enstitülerinde bir sure saz öğretmenliği de yapmıştı Veysel. Sırasıyla Arifiye, Hasanoğlan, Cifteler, Kastamonu, Yildizeli, Akpınar Koy Enstitülerinde bulunmuştu. 1952 yılında İstanbul'da büyük bir jübilesi yapılan Aşık Veysel'e 1965 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi, "Anadilimize ve Milli Birliğimize yaptığı hizmetlerden dolayı" özel bir kanunla vatani hizmet tertibinden aylık bağlamıştı.

Veysel'in bir başka özelliği daha vardı; köyünde ve çevresinde ondan önce bir tek meyve ağacı olmadığı halde, Sivrialan'da ilk meyve bahçesini o yetiştirmişti. Hem öyle bir bahçe ki, içinde elmadan kayısıya, kirazdan cevize kadar turlu turlu meyve ve çiçek vardı. Veysel, kardeşlerinin yardımıyla bu bahçeyi yapmaya başladığı zaman köylüleri "Atalarımız bunca yıl böyle bir is yapmamışlar, su kor adam onlardan iyi mi bilecek ki böyle ise kalkıştı?" demişler. Birkaç yıl sonra ağaçlar yetişmiş, meyve vermiş. Köylüler önceki dediklerini hatırlayıp utanmışlar ve bu defa "O kor değilmiş, meğer kor olan bizmişiz diyerek Aşık Veysel'i kutlamışlar. iste böylesine uzağı gören bir insandı o... Yetmiş yıl karanlık bir dünyada yaşadı (ölümü 21 Mart 1973). Fakat karanlık gözlerindeydi yalnız, içi apaydınlıktı, şiirleri de öyle... Halk şiirimizin bu güçlü ozanı yarim yüzyılı aşkın bir sure yazdıklarıyla, calip söyledikleriyle çevresine ışıklar saçtı. Sanırım simdi de mezarında son uykusunu ışıklar içinde uyuyordur. Yalnız çağımızda yasayanlar değil, bizden çok sonra yasayacaklar da "Dostlar Beni Hatırlasın" şiirini unutmayacaklar ve her zaman rahmetle anacaklardır.

Yazan: Ümit Yaşar Oğuzcan

MUZAFFER SARISÖZEN


YURTTAN SESLER'İN FEDAKAR İŞÇİLERİ, BUGÜN ÖYLE BİR KALE YAPMAKLA MEŞGULDÜRLER Kİ; TAMAMLANINCA DEĞME TOPRAK ONU YIKAMAZ.
Muzaffer Sarısözen



Muzaffer Sarısözen, 1899 yılında Sivas ilinin Cami-i Kebir mahallesinde doğdu. Babası Sarıhatipzadelerden Şeyh Hüseyin Hüsnü Efendi, annesi Zeliha Hanım'dır. Sivaslılar, Sarıhatipzadeleri " Saçlıefendiler " diye bilirler. Ve Sarısözeni de "Saçlıların Muzaffer" diye tanırlardı. Sarısözen ilk müzik şevk ve hevesini ailesinden almıştır. Beş erkek kardeş içinde Kemal ve Abdulkadir Sarısözen de şairidir. Abdulkadir Sarısözen'e şairliği dışında türküler ve halk çalgılarıyla yakından ilgisi olduğu için " Çalgıcı Vali " denirmiş. Sarısözen ailesinin Sivas'taki evlerinin üst çatı katının camları vitray duvarları kütüphane yapılarak arada gizli bölmeler oluşturulmuştur. Bu gizli bölmelere ud keman bağlama tanbur gibi sazlar konulurmuş. Nakşibendi bir ailenin çocuklarının bu aletleri çalması Sarısözen'in dünyaya geldiği dönemde son derece aykırı bir şey olduğu için böyle bir yola baş vurulmuştur.

Sarısözen 1930 yılının Eylül ayında Milli Eğitim Müdürü olan Ahmet Kutsi Tecer ile tanışmıştır. Tecer Sarısözen ile tanıştıktan sonra 1930 da "Halk Şairlerini Koruma Derneği"ni kurar ve Sarısözen genel katip olur. İlk halk şairleri bayramı 1930 da yapılır ve Aşık Veysel bu şekilde ortaya çıkarılır. Bayram sonunda çıkarılan Sivas halk şairleri bayramı adlı bröşürde Sarısözen Sivas halayları başlıklı yazısını yayınlar ve halayların notalarını koyar. Bu büyük bir ihtimalle bizde halaylar hakkında yazılmış ilk notalı makaledir.

17 Ağustos 1937 de Halil Bedii Yönetken, Ulvi Cemal Erkin, Hasan Ferit Alnar, Necil Kazım Akses ve teknisyen Arif Etikan'dan oluşan grup Ankara'dan Sivas'a derleme yapmak amacıyla giderler. Ahmet Kutsi Tecer Halil Bedii Yönetken'e Sarısözen'i tavsiye ederek gruba katılmasını söyler. Böylece türkülerin resmi olarak değerlendirilmesi Maarif vekili Saffer Arıkan ın zamanında başlar. Derleme grubu Almanya'dan getirlen "Saca" markalı hem elektrik hem de akü ile çalışan alıcı ve verici ses kaydeden makinelerle çalışır. Konservatuarın folklor arşivindeki 10.000 ezginin derlenmesinde, fişlerin doldurulmasında, onun bitmek tükenmek bilmeyen sabır ve azmi büyük rol oynamıştır.

1943'te Muzaffer Sarısözen, Halil BediiYönetken ve Rıza Yetişen'den oluşan grup Tokat, Amasya, Samsun, Ordu, Giresun ve Trobzon'da ; 1944'de Elazığ, Tunceli, Bingöl ve Muş'ta ; 1945'te Ankara, Çankırı, Yozgat ve Kırşehir'de ; 1946'da İçel, Antakya ve Antalya'da ; 1947'de Çanakkale, Bursa ve Tekirdağ'da ; 1948'de Bolu, Sinop ve Zonguldak'ta ; 1949' Bilecik ve Eskişehir'de ; 1950'de Van, Kars, Çorum ve Ağrı'da ; 1951'de İzmit'te ; 1952'de İzmir, Siirt, Mardin ve Bitlis'te derleme yapmıştır.

Sarısözen derleme gezilerinde kendi çabası ve emeği ile topladığı bağlama, cura, ney, çifte kaval, kemençe, kaval, tulum, davul, zurna, tef, darbuka, gibi bir çok halk sazından kolleksiyon oluşturmuştur. Ayrıca derleme gezileri sırasında kaynak kişiler ile halk oyunlarını görüntüleyen fotoğraflardan bir resim albümü yapmıştır. Ne yazık ki ; ölümünden sonra evi olarak gördüğü , çok değer verdiği, özen gösterdiği arşivi topladığı onbinlerce ezgi ve halk çalgıları kendi haline terkedilmiştir.

Muzaffer Sarısözen'in halk müziğine verdiği hizmet kadar halk oyunlarına verdiği hizmet de büyüktür. 1950 yılında İtalya ve İspanya'daki Avrupa Ulslararası Raks Müsabakalarına, Erzurum bar ekibi ve davulcu Kara Yılan, zurnacı Mümtaz Ardıç ile katılır. Madrid'te 68.000 kişinin önünde, Biariz ve San Sebastian'da yapılan 5 yarışmada ekip birinciliği alır.

Vedat Nedim Tör ve Mesut Cemal Bey in daveti ile Yurttan seslerin başına Muzaffer Sarısözen getirilir. 1946 yılında Yurttan Sesler korosunu çalıştırmaya başlayarak derlenen türküleri koro üyelerine öğretir ve yayınlara başlar . Program büyük ilgi görür. 1953 yılında İzmir'de, 1954 yılında İstanbul radyolarında "yurttan sesler" topluluklarını kurarak, halk türküleri ve oyunlarının yurt çapında sevilmesi ve tanıtılmasında büyük rol oynar.

Muzaffer Sarısözen'e kadar radyolarda düzenli ve programlı halk müziği çalışmaları olmamıştır. Yurttan Sesler topluluğunu kurduktan sonra, programlarına kaynak kişileri ve bölge sanatçılarını davet ederek radyo sanatçılarına örnek dersler vermiştir.

Muzaffer Sarısözen Yurttan sesler topluluğunu yetitirirek ilk koral halk müziği icrasını başlatmıştır; toplu bağlama çalma geleneğinin uygulayıcısı olmuştur; halk müziğinde koro seslerini numaralayarak otantik karakterin kaybolmasını önlemştir.

Neriman Altındağ Hanım 1941 yılında Yurttan Sesler Korosuna girer ve Muzaffer Sarısözenle tanışır. 1951 yılında evlenirler. 1952 yılında ise oğlu Memil Sarısözen dünyaya gelir.

1962 yılında Sarısözen prostat rahatsızlığından dolayı devlet Demiryolları Hastanesine yatar. Burada ameliyat olacağını öğrenince diğer doktorlara tercihen özellikle kendisinin öğrencisi olan bir operatöre ameliyat olur. Daha sonra ağabeyi Abdulkadir Sarısözen'in evine çıkar. Tekrar rahatsızlandığında Ankara Hastenesine kaldırılır ve sağlığına kavuşamayarak 4 Ocak 1963 yılında vefat eder. Asri mezarlıkta büyük bir törenle defnedilir.

Derlediği bazı türküler: Allı durnam, Bülbül havalanmış, Gesi bağları, Arpa ektim, İzmir'in kavakları, Taşa verdim yanımı........




MUZAFFER SARISÖZEN Hayatı Eserleri ve Çalışmaları- Armağan COŞKUN ELÇİ

NEŞET ERTAŞ


Neşet Ertaş, 1938 yılında Kırtıllar Köyü'nde Döne'den doğma Muharrem Ertaş'ın oğludur. Kırşehir, Yozgat ve Keskin'in çeşitli köylerinde çocukluk ve ilk gençlik yılları geçmiştir. 15 yasında çıktığı gurbet hayatinin hala devam etmektedir.
Neşet Ertaş'i tanımak, asil onun ruh ve gönül macerasını bilmeyi gerektirir ki burada hemen karsımıza, Neşet Ertaş'la en rafine üslubuna kavuşan Orta Anadolu Abdal Müziği geleneğinin gelmiş geçmiş en büyük ustalarından olan babası Muharrem Ertaş karsımıza çıkar.

İste Neşet Ertaş, babası Muharrem Usta ile adeta Anadolu'daki en olgun seviyesine erisen bu Türkmen/Abdal müzik birikiminin yeni bir yorumcusudur. Yoğun yöresel özellikleri ve baskın mahallilik unsurları ile donanmış bu müziği yöresinin dışına çıkarmış, ülke genelinde ve hatta yurt dışında bilinmesini ve tanınmasını sağlamıştır.

1960'lardan itibaren binlerce yıllık sazımız bağlama ile birlikte anılan; sadece geniş halk kesimlerinde değil, ciddi musiki çevrelerinin ve gerçek türkü dostlarının da gündeminden hiç düşmeyen Neşet Ertaş'i farklı bir bağlamda değerlendirmek gerekiyor- Çünkü o aslında bir anlamda tam bir yöre sanatçısı olmasına rağmen yaygın şöhreti ve söylediği türkülerin popülaritesi ile ülke genelinde tanınan biri olarak, hem babası Muharrem Ertaş'tan, hem de bu geleneğin diğer usta isimleri olan Hacı Tasan ve Çekiç Ali'den de ayrılır. Bir başka söyleyişle onun sanatı için, basta Muharrem Usta olmak üzere. Hacı Tasan, Çekiç Ali ve Abdal/Türkmen Müziği geleneğinin çeşitli yörelerde farklı tavır ve üsluplarda karsımıza çıkan diğer ustaları da dahil olmak üzere hepsinin üst seviyede bir sentezi ve esrarlı bir bileşkesi denilebilir.

Sarısözen'in tabiri ile bir zamanlar sadece ve sadece "Kırşehirli Mahalli Sanatçı" olarak bilinen Neşet Ertaş'ı binlerce, hatta milyonlarca saz çalıp türkü söyleyen diğerlerinden ayıran nedir? Onun sazının ve sesinin insani büyüleyen sırrı nereden gelmektedir? Neredeyse yarim asra varan bir süreden beri gerçek anlamda gönül telimizi titreten, ruhumuzu ürperten bu esrarlı sesin, sazın ve yorumun arka planında neler ve kimler vardır? Sazı gümbür gümbür ses veren, adeta davula eslik edercesine sazının göğsünde pençesiyle sesler çıkaran, hep samimi ve kendi halinde yüreğinin acılarını ve kendi iç gurbetlerini seslendiren; hiç bir medya tik tutumu olmayan, kalabalıklardan ve şöhretten adeta köse bucak kaçarak pek ortalıklarda görünmeyen; mezhep, parti ve etnik kimlik çağrışımlarına pirim vermeyen, sazından, sözünden ve sesinden gayri hiç bir şeyden medet ummayan bu "Garip" insani tanımak kadar tanımlamak da gerçekten zor.

Ayaklarının altındaki toprağın renginden, kokusundan haberdar olan, bastıkları yeri az çok tanıyan, yürekleri hep türkülerle birlikte atanlar için Neşet Ertaş, belki de tam bir "yasayan efsane"; meçhul, uzak, esatiri ve sırlarla dolu...

Neşet Ertaş'in sanatı hayati ile hayati sanatı ile o kadar içice ki, çalıp çığırdığı türkü ve bozlaklarında bütün bir hayat hikayesini bulmak mümkün olduğu gibi, hayatına yakından baktığımızda da o içli türkülerin, acili bozlakların nelerden nasıl doğduğunun ipuçlarını elde ederiz hemen. Onun yokluk, yoksulluk ve acılarla dolu hayatim "Garip" mahlasıyla yazdığı koşma tarzında usta isi şiirlerle anlattığı ozan yönünü yıllarca kimse fark etmedi bile. Babasından tevarüs ettiği geleneksel ve anonim türkülerin, bozlakların dışında, sözleri kendisine ait türküler, bozlaklar söylediğini de fareden olmadı yıllarca. Sözü ve müziği ile, anonim türkülerdeki erişilmez sadeliği ve estetik seviyeyi yakalayan sayısız türkünün, bozlağın altına attığı mütevazı imzasını kimselere söylemedi bile.

Neşet Ertaş o büyük yaratıcı yeteneği ile okuduğu her eseri yeni bastan öyle bir yorumlar, ona öyle bir ruh ve hava verir ki, adeta yeni bir beste ile karsı karsıya olduğunuzu dahi sanabilirsiniz. Bu durumu, yeteneği, kültürü ve birikimi oldukça sinirli sığ ve sıradan sanatçıların yorum adına yaptıkları "dejenerasyon" ile karıştırmamak gerekir. Çünkü Neşet Ertaş kendisine ait olmayan bir türküyü bi1e öyle bir okur ve yorumlar ki, o türkü o sekliyle yıllar öncesine ait bir Neşet Ertaş türküsü gibidir artık.

Olağanüstü denilebilecek yeteneği, geleneğe hakimiyeti, gelenekten kopmadan yeniye bağlılığı, yeni zamanların modern zevk ve eğilimlerini gözeten diri ve uyanık tecessüsü ile Neşet Ertaş, hep gündemde kalmış bir sanatçıdır. O, ismi bağlama ile özdeşmiş ve adeta bu dünyaya türkü söylemek için gelmiş gerçek bir türkü ustası... Türküyü bağlamaya, bağlamayı türküye bu kadar yakınlaştıran ve yaklaştıran, adeta birbirlerinin içinde -kendisi ile birlikte- eritip yok eden ikinci bir sanatçı bulmak öyle sanıldığı kadar kolay değildir.

Neşet Ertaş'ın sanatı; müziğin özünü, ruhunu kavrayan birinin, hiç bir yapmacıklığa tevessül etmeden, olduğu gibi kendini, kendi özünü ve hissettiklerini saza, söze dökmesidir.

26 Temmuz 2007 Perşembe

W.A.MOZART

KENDİ EL YAZISIYLA REQUEIM

W.A.MOZART REQUIEM

W.A.MOZART

25 Temmuz 2007 Çarşamba

MAKAMLAR





HİCAZ MAKAMI
Geleneksel notalama dikkate alındığında, birinci güçlüsü 5. derecedeki Dügah perdesi, ikinci güçlüleri 8.ve 9. derecelerdeki Neva ve Hüseyni perdeleri, durağı 5. derecedeki Dügah perdesi olan makamdır. Hicaz aşıttan elde edilir.

AREL'e göre Hicaz Makamı
Hicaz makamı çıkıcıdır. Bir Hicaz beşlisinin tiz tarafına bir Rast dörtlüsü eklenerek yapılır. Donanıma Si için 4 koma bemol Fa ve Do için 4 koma diyez konur.

Eleştiri
Gelenekteki eserlere baktığımızda birinci güçlü Dügah perdesi, ikinci güçlüleri Neva ve Hüseyni perdeleri durağı yine Dügah perdesidir. Arel hicaz makamını Hicaz ailesi diye tanımlamıştır. (Hicaz, Uzzal, Hümayun, Zirgülelihicaz). Oysa Zirgülelihicaz dışındakiler tam bir hicaz etkisi verir. Zirgülelihicaz ise donanımda Sol# kullandığı için başka bir etki oluşturur.Arel yine Hicaz oluşumu için, Hicaz dörtlüsünün tiz tarafına Rast beşlisi eklenir diyor. Bu yukarıda Fa# olması demektir. Gelenekteki Hicaz eserlere bakıldığında hiçbir eserde yukarıda sürekli Fa# olmaz.olursa alterasyondur.

HİCAZ TAKSİMİ

BAROK DÖNEM BESTECİLERİ

BAROK ÇAĞ BESTECİLERİNDEN ÖRNEKLER

Giacomo Carissimi (1605-1674) : Oratoryo ve din dışı kantat şeklinin İtalya'da ilk yaratıcısıdır.
Jean Baptiste Luly (1632- 1687): Floransalı besteci, Fransız vatandaşlığına geçti. Pek çok opera besteledi. Fransız zevkine uygun eserleri ile Fransız operasının kurucusu sayıldı.
Arcangelo Corelli ( 1653- 1713 ) : İlk defa sonat örnekleri vererek , sonat şeklinin gelişmesinde önemli rol oynadı. Dünyanın ünlü keman virtüozlarından birisi idi. 12 konçerto grosso'su vardır.
Alessandro Scarlatti ( 1660-1725) : İtalya'da Monteverdi ile başlayan ciddi opera gelenğini sürdürdü. Birçok opera, oratoryo ve dini müzik eserleri ve enstrüman parçaları yazdı.
Francois Couperin ( 1668-1773 ) : Fransız müzik tarihinde aynı aileden gelen Couperin'ler arasında büyük Couperin olarak anılır. Fransız enstümantal müziğinin gelişimini sağlamıştır.
Antonio Vivaldi ( 1678-1741) : İtalya'nın en büyük keman vitüozlarından sayılır. Operalar besteledi. Konçerto şeklini geliştirdi. 450 tane konçerto yazd . özellikle çok popüler olan Mevsimler Vivaldi 'nin şaheseridir.
Jean Philippe Rmameau ( 1683-1764) : Organist olan besteci, aynı zamanda yeni armoni biliminin de kurucudur. Armoni üzerine eserler yazdı. Bir çok opera ve klavsen eseri besteledi. Teorik eserleri de besteleri kadar ünlüdür. Yaylı çalgılarda çift tel pizzicatoyu ilk defa kullanan Rameau'dur. Armoni İncelemesi adlı teorik kitabında akoların oluşmasından , çevrilmesine ve üst üste gelmesine kadar bir çok teknik konuya çözüm getirdi.

BAROK DÖNEM

1604 William Shakespeare Othello’yu yazdı
1607-Kuzey Amerikada ilk kalıcı İngiliz kolonisi Jamestown, Virginia kuruldu..
1609 Galileo Galilei Jüpiter’ in uydusunu keşfetti
1611-İncilin yetkili versiyonu King James Bible yazıldı...
1618-30 yıl savaşları başladı..
1619-İlk siyah köleler Virginiaya ulaştı...
1625 Francesca Caccini, tarihçilere göre ilk kadın besteci, La Liberazione di Ruggiero besteledi ve Polanyada 4.Wladyslawın resepsiyonun icra edildi...
1628 William Harvey kan dolaşımını buldu
1631-İngilterede Chloridia adlı eserin icrasında ilk profesyonel kadın şarkıcılar yer aldı..
1633-Engizisyon Galileiye söylediklerini geri almaya çağırdı...
1639-Fransa 30 yıl savaşlarına katıldı...
1639-Virgilio Mazocchi ve Marco Marazolli tarafından ilk komik opera, Chi Soffre Speri Romada icra edildi..
1664 Newton yerçekimini buldu
1666 İtalya Cremona’dan Antonio Stradivarius ilk kendi imzasını taşıyan kemanı yaptı
1666 Newton ışık spektrumunu buldu
1671 Leibniz toplama makinasını buldu
1675 Greewich rasathanesi kuruldu. İlk ışık hızı ölçüldü
1677 Bakteri bulundu
1696 Thomas Savery Buhar makinasını keşfetti
1714 Fahrenheit civalı termometreyi buldu
1725 Vivaldi 4 Mevsim’i yazdı
1742 Handel’in Messiah adlı eseri Dublin’de muhteşem bir seyirci karşısında ilk kez sergilendi

24 Temmuz 2007 Salı

MÜZİKAL BEYİN

Çeyrek yüzyıldır insanların şarkı söylerken beyinlerinin bir yarısının sözlerle diğer yarısının ise müzikle uğraştığı düşünülüyordu. Yeni çalışmalar yapıldıkça hikaye daha karmaşık bir hale geliyor.

Los Angeles'tan Joseph Bogan ve Harald Gordan adlı iki bilim adamı çalışmalarında beyindeki yarıkürelerden birini geçici olarak uyuşturup birini uyanık bırakarak klasik buluşlarını gerçekleştirdiler. İki yarıküre arasında bilgi geçişinin izlerine rastladılar. Bu geçiş miktarının kişiden kişiye değişiklik gösterdiğini buldular. Çalışmaya ilk başladıklarında yapmaya çalıştıkları beyni görüntüleyerek cerrahi operasyonlarda bu bilgiyi kullanmaktı. Ancak, "Beyin Madencileri" olarak da adlandırılan bu kişiler bir süre sonra yetenek, kişilik ve benlik konusunda da önemli adımlar attılar.

Bogen ve Gordon hastanedeki hastaların enselerinin sağında bulunan ana karotid damardan sodyum amital adlı anestetik maddeyi verdiler. Anestetik madde kafatasından içeriye, oradan da sağ yarıküreye girdi. Beyin yarıküreleri vücudun diğer yarısını kontrol ettiğinden Bogen ve Gordon anestezinin başarılı olup olmadığını anlamak için hastalardan her iki elleri ile el sallamalarını istedi. Hastalar sadece uyuşturulmamış yarıkürenin kontrol ettiği kısmı kontrol edebildiler ve el salladılar. Diğer bölüm ise kıpırdamadı.

Hastaların sol beyni açık, sağ beyni kapalıyken, hastalardan şarkı söylemeleri istendi. Hastaların çoğu şarkıların sözlerini hatırlamakta güçlük çekti.

Böylece doğanın genel kuralı bulunmuş oldu: Beynin sol tarafı kelimelerle, sağ tarafı müzikle ilgileniyor.

Bogen ve Gordon araştırmalarda bir adım öteye giderek anestetik maddeyi vermeden önce hastalardan şarkı söylemelerini istediler, bunu kaydederek anestetik maddeyi verdikten sonra söylenen şarkı ile karşılaştırdılar. Bu karşılaştırmanın sonunda hastanın iki yarımküre arasındaki bilgi alışveriş miktarı, her iki yarıküreyi de kullanabilme yeteneği bulunmuş oldu.

Her iki yarıküreyi de kullanabilme yeteneğine ait bir kaç hasta olduğu ortaya çıktı. He ne kadar beynin sol tarafı kelimelerle, sağ tarafı müzikle ilgileniyor gibi görünse de bunun kesin bir kural olduğu söylenemez.

Daha önceki çalışmalarda okuma-yazma ve aritmetik işlemlerinin çoğunun insan tarafından (solaklar dahil) sol yarıküre ile yapıldığı bulunmuştu.

Bir insanın hassas tarafı, yeni fikirlerle, düşüncelerle, görsel perspektifle -yaratıcı zeka ve zeka ile- ilgili olan kısmı ise beynin sağ yarıküresi.

Beynimizdeki farklılıkların bilincinde değiliz. Sağ ve sol elle yazan insanları düşünün. Çoğu solaklar tersten yazmayı daha rahat başarırlar. Mesela Leonardo de Vinci. Günlüğünü tersten tutmuştur, daha sonra günlüğünü rahat okumak için aynanın karşısına geçmiştir. Bu insanların beyinleri (solakların) olayları daha farklı algılamaktadır. Çoğu solak, sağ elli insanların dünyasına girdikten sonra, sevecen olmayan bir öğretmenin de sınıfına düşmüşse okuma-yazma konusunda disleksia denilen problemle karşılaşabilir.

İki yarıküre birbirinin aynı değildir. Her ne kadar birbirlerinin ayna görüntüleriymiş gibi görünseler de anatomik olarak da farklılıklar gösterirler.

Beyin, insan vücudunun en karmaşık, anlaşılması en güç organlarından birisi. Ancak sırları gün geçtikçe biraz daha gün ışığına çıkıyor.

Indiana Üniversitesi (www.tzv.org.tr'den alınmıştır)

ATATÜRK'ÜN KENDİ YAZDIĞI ŞİİR

Gafil, hangi üç asır, hangi on asır,
Tuna ezelden Türk diyarıdır.
Bilinen tarih söylememiş bunu,
Kalkıyor örtüler, örtülen doğacak,
Dinleyin sesini doğan tarihin,
Aydınlıkta karaltı, karaltıda şafak.
Yaşanan tarihi gömüp doğru tarihe gidin.
Asya'nın ortasında Oğuz oğulları,
Avrupa' nın Alpler' inde Oğuz torunları,
Doğudan çıkan biz, batıda yine biz;
Nerde olsa, ne olsa kendimizi biliriz.
Hep insanlar kendini bilseler,
Bilinir o zaman ki hep biriz.
Türk sadece bir milletin adı değil
Türk bütün adamların birliğidir.
Ey birbirine diş bileyen yığınlar!
Ey yığın yığın insan gafletleri!
Yırtılsın gökteki gafletten perde,
Hakikat nerede?



MÜZİKLE İLGİLİ MAKALELER





MÜZİK VE MATEMATİK

Müzik ve matematik eski zamanlardan beri birbirlerine bağlanmışlardır. Ortaçağ dönemi boyunca eğitimde aritmetik, geometri, astronomi ve müzik birlikte düşünülmüştür. Bugünün modern bilgisayarları da bu ilişkiyi tekrar ediyorlar.

Partisyon yazımı matematiğin müzik üzerindeki etkisini gösterdiği ilk belirgin alandır. Müzikal alfabede tempoyu buluruz (4:4´lük, 3:3´lük gibi), her ölçüde vuruşu buluruz, tam nota, yarım nota, çeyrek nota, sekizlik nota, onaltılık nota, vs.´yi buluruz. Her ölçüde x sayıda nota bularak müzik yazmak ise ortak bir payda bulmak gibidir. Değişik uzunluktaki notalar uygun bir tempoda, uygun bir ölçüye uyacak şekilde hazırlanmalıdır.Tamamlanmış bir bestede her ölçü gerekli uzunluktaki değişik notaları kullanarak önceden belirlenen sayıda vuruşa sahiptir.

Oktav, müzik dünyasında çok önemli bir yere sahiptir. Bir ölçünün birimini veya aralığını belirler. Oktav, değişik sayılardaki notalara bölünebilir. Eğitilmiş bir kulak bir oktav içerisinde 300 değişik sesi ayırdedebilir. Ancak, bir oktav 300 notaya bölünürse, 8 oktavlık bir piyanoyu yapmak için en az 2400 tuşa ihtiyaç duyulur. Bir piyanistin bu dev piyanoyu çalmak için oradan oraya koşuşturduğunu düşünebiliyor musunuz? Bu yüzden nota sayısı enstrümanın özelliklerine ve kulağımızın kapasitesine göre düzenlenmiştir.

Matematiğin müzikal yazımla bu açık bağlantısının yanısıra müzik oranlarla, üslü eğrilerle, periyodik fonksiyonlarla ve bilgisayar bilimleri ile de yakından bağlantılıdır. Oranları kullanarak matematiği müzik ile birleştiren ilk kişi Pisagor´dur. Pisagorcular müzikal harmoni ve tamsayılar arasındaki bağlantıyı keşfetmişlerdir. Mesela Do´yu üreten telden başlayarak, Do´nun uzunluğunun 16/15´i Si´yi, 6/5´i La´yı, 4/3´ü Sol´u, 3/2´si Fa´yı, 8/5´i Mi´yi, 16/9u Re´yi, 2/1´i ise Kalın Do´yu verir.

Pisagorcular ayrıca matematik, müzik ve gezegenlerin yörüngeleri üzerine olan bilgilerine dayanarak ´Kürelerin Müziği´ olarak adlandırılan, müzik ve astronomiyi birbirine bağlayan bir fikri formüle etmişlerdir. Kepler ise 1618´de yayınladığı ´Dünyanın Harmonisi´ adlı kitabında gezegenlerin hızını ve müzikal harmoniyi birbirine bağlamıştır.

Kuyruklu piyanoların niye öyle ilginç bir şekilleri olduğunu hiç düşündünüz mü? Piyanonun kuyruğu üslü eğrinin şeklidir. Aslında şekilleri ve yapıları matematiksel kavramlar ile bağlantılı olan pek çok müzikal enstrüman vardır. Bunlar genellikle üslü eğriler (y=kx) şeklindedir.

Müzikal seslerin doğası ile ilgili çalışmalar en üst noktasına 19. yy´da John Fourier ile ulaşmıştır. Bütün müzikal seslerin - enstrümantal ve vokal - matematiksel ifadeler ile tanımlanabileceğini kanıtlamıştır. Bunlar basit periyodik sinüs fonksiyonların toplamıdır. Her sesin 3 niteliği vardır: perde, gürültü, kalite. Bunlar onu diğer müzikal seslerden ayırır.

Fourier´in keşfi müziğin bu üç özelliğinin grafiksel olarak gösterilmesine olanak sağlamıştır. Perde, eğrinin frekansı; gürültü, genişliği; ve kalite ise periyodik fonksiyonun şekli ile bağlantılıdır.

Müziğin matematiğini anlamadan, müzikal kompozisyonda bilgisayarı kullanmak ve enstrümanların tasarımını yapmak mümkün olmayacaktır. Matematiksel keşifler özellikle modern enstrümanların tasarımında ve bilgisayar ile beste yapımında gerekli olmaktadırlar. Pek çok enstrüman üreticisi kendi ürünlerinin periyodik ses grafikleri ile bunların ideal grafiklerini karşılaştırırlar.

Müziği üretmek için müzikal ölçüleri bilmek gerekli mi? Eğer öyleyse, o zaman kuşlar nasıl o kadar güzel şarkılar söylüyor? Ölçüler bir kompozisyon için gereklidir. Ölçüler müziğin yazım dilidir, tıpkı denklemlerin ve sembollerin matematiğin yazım dili olduğu gibi.

More Joy of Mathematics, Theoni Pappas
Müzik ve Matematik, Mustafa İnan, İtü Vakıf Dergisi,131

(www.tzv.org.tr'den alınmıştır)

ORKESTRA ŞEFLERİMİZ


İBRAHİM YAZICI(1970- )

1970 yılında Ankara’da doğdu. 16 yaşında girdiği H.Ü. Devlet Konservatuarında Nimet Karatekin’ le piyano, Nevit Kodallı ve İstemihan Taviloğlu ile kompozisyon, Hikmet Şimşek ve Rengim Gökmen’le orkestra şefliği çalıştı ve bu okuldan yüksek lisans diploması aldı. Daha sonra Conservatoire National de Musique de Perpignan’da Claude-Phillipe Durand ile piyano, Daniel Tosi ile orkestra şefliği, Michel Lefort ile oda müziği çalıştı ve bu okulu üç “Premier Prix” alarak bitirdi. Bu okullardaki çalışmalarının yanı sıra Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde masterclass’lara da katıldı. İngiliz Maestro Gilbert Varga ile de uzun bir süre çalıştı ve asistanlığını yaptı.


Ankara Devlet Operası’nda konuk şef olarak başladığı konser faaliyetlerini aralarında Den Haag Het Residentie, Ensemble Rezonans,Camerata de France, Bilkent Senfoni Orkestrası, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası, tüm Devlet Senfoni Orkestraları, 9 Eylül Senfoni ve Mersin Opera Orkestralarının da bulunduğu pekçok toplulukla yoğun bir biçimde sürdürmekte olan sanatçı Türkiye’nin yanı sıra Almanya, Fransa,Hollanda, İtalya, İspanya, Belçika, Yunanistan, Güney Kore ve Kıbrıs’ta konserler verdi ve İstanbul, Puccini (Valencia), Europäischer Musiksommer (Berlin), Bellapais (Girne) CBS (Güney Kore) festivallerinde yönetti. Yurt dışında basında konserleri hakkında övgü dolu kritikler aldı.


2001 yılından beri Fazıl Say’la aralıksız konserler yapan Yazıcı, bestecinin Metin Altıok Oratoryosu’nun ilk seslendirilişi ve cd kaydı ile “Nazım” oratoryosunun Bilkent Senfoni Orkestrası ile cd kaydını yaptı.

Başarılı çalışmalarından ötürü 2002 yılında Hacettepe Üniversitesi Sanat Teşvik Ödülü ve 2005 yılında İtalyan Cumhurbaşkanı tarafından "Cavalleria della Soliderita" şövalyelik ünvanıyla onurlandırıldı.


Birçok genç bestecimizin eserlerinin ilk seslendirilişini de gerçekleştiren sanatçı 1995-2004 yılları arasında Hacettepe Üniversitesi Devlet Konservatuarında ders verdi. 1998 yılından bu yana Devlet Çoksesli Korosunun şefliğini yapan Yazıcı aynı zamanda Bilkent Üniversitesi Müzik ve Sahne Sanatları Fakültesinde ders vermektedir.





ORKESTRA ŞEFLERİMİZ

RENGİM GÖKMEN(1955 – )

Müzikçi bir aileden gelen Gökmen, ilk müzik derslerini annesinden almıştır. 1965 yılında Ankara Devlet Konservatuarı piyano bölümüne giren ve Ferhunde Erkin ile Nimet Karatekin’in öğrencisi olan sanatçı, daha sonra kompozisyon bölümüne geçerek İlhan Baran ve Adnan Saygun’la çalışmış, 1975 yılında bu kurumu bitirdikten sonra devlet bursuyla İtalya’ya orkestra şefliği öğrenimine gönderilmiştir. 1977’de Santa Cecilia Konservatuarı’nı, 1978’de Chigiana Akademisi şeflik bölümünü bitiren sanatçı, 1979 yılında Santa Cacilia müzik Akademisi’nin olgunlaşma devresinden Franco Ferrara’nın öğrencisi olarak birincilikle mezuniyet diplomasını almış, 1980’de San Remo’da yapılan uluslar arası Gino Marinuzzi şeflik yarışmasını kazanarak yurda dönmüştür.

Genç bir orkestra şefi olarak Türkiye’de yönettiği ilk konser olan Beethoven 9. Senfoni ile dikkatleri çeken Gökmen, 1982’de Madrit’te Mahler’in 1. Senfoni’sini yöneterek başarı kazanmış, daha sonra Avrupa’nın birçok kentinde konserler vermiştir.

1984 yılında Ankara Devlet Operası genel müzik direktörlüğüne atanan sanatçımız, 1987’de Cumhurbaşkanlığı Senfoni’nin yurtdışı turnesinde görev almıştır. Kariyerindeki yükseliş dolayısıyla 1989’da İtalyan hükümetinin “Cavalleria” nişanı ile onurlandırılan Gökmen, konser programlarında Türk bestecilerin yapıtlarına da yer vermektedir. Bu kapsamda, Türkiye’yi yurt dışında da tanıtma çalışmaları nedeniyle Türk Tanıtma Vakfı tarafından ödüllendirilmiş, 1992 yılında ise Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü’ne atanmıştır. Genel Müdür olarak Ankara’da 1995’e kadar görev yapan sanatçı, şeflik kariyerinde yoğunlaşmak amacıyla İzmir Devlet Senfoni Orkestrası’na geçmiştir.


ORKESTRA ŞEFLERİMİZ



GÜRER AYKAL
(1942 – )
Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın şefi olan ve 1988’den beri bu görevi sürdüren Aykal, Amerika’ya yerleşmiş bulunmakta, El Paso orkestrasının müzik yönetmenliğini de yapmaktadır.

Müziğe babasının verdiği derslerle başlayan sanatçımız, 1953 yılında Ankara Devlet Konservatuarı’na girmiş, Necdet Remzi Atak’ın öğrencisi olarak keman bölümünü bitirdikten sonra kompozisyon bölümüne geçerek Adnan Saygun’un sınıfından mezun olmuştur. Şeflik öğrenimini yurtdışında yapan Aykal, Londra’da Guildhall Scholl of Music ve Royal Academy’de; İtalya’da Academia Chiciana ve Roma’daki Santa Cecilia’da çalışmalarını tamamlamıştır. Orkestra şefliği alanında yararlandığı müzikçiler arasında George Hurst, Andre Préven ve Franco Ferrara gibi ünlü şefler vardır. Canta Cecilia Konservatuarı’ndan onur derecesiyle mezun olan sanatçı, 1973 yılında yurda dönmüş, kazandığı başarılarla “Devlet Sanatçısı” unvanıyla onurlandırılmıştır (1981).

Yurtdışında da bir çok orkestrayı konuk şef olarak yöneten Aykal’ın kariyerinde yer alan orkestralardan bazıları şunlardır: Londra Filarmoni, Moskova Devlet Senfoni, Dublin Radyo Senfoni, Bergen Senfoni, Nortdeutsche Rundfunk Senfoni, Helsinki Filarmoni, Kurku Senfoni, Palermo Senfoni, Nürnberg Senfoni, New York Festival, Lübeck Senfoni, Rochester Filarmoni NY, Singapur Senfoni, Bloomington Filarmoni, Prag Senfoni, Sofya Senfoni, Bratislava Senfoni, Varşova Radyo Senfoni, Krakov Senfoni.

Çoğunluğu Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrasıyla eşlik ettiği ünlü solistlerden bazıları şöyle sıralanabilir: André Navara, Pierre Fournier, Alicia Dela Rocha, M. Andre, İgor Oyştrak, Viktor Pikayzen vb.

Gürer Aykal, Türk bestecilerinin bazı yapıtlarının dünyada ilk seslendirilişini de gerçekleştirmiştir. Bu yapıtlar arasında Saygun’un 4. Senfoni’si, Atatürk’e ve Anadolu’ya Destan’ı, Conserto da Camera’sı, 2. Piyano Konçertosu, Orkestra çeşitlemeleri; Necil Kazım Akses’in 2. Senfoni’si, “Bir Divandan Gazel”; Ferit Tüzün’ün Çayda Çıra Bale Suiti; İstemihan Taviloğlu’nun “Klarnet Konçertosu”; Muammer Sun’un “Hıdırellez” bale Müziği ve “Kurtuluş” filminin müziği bulunmaktadır.

ORKESTRA ŞEFLERİMİZ


HİKMET ŞİMŞEK (1924 – 2001)
Son kırk yılda Türkiye’nin müzik yaşamında önemli işlevi olan Şimşek, Orkestra şefi ve koro yönetmeni olarak yurt içinde 2000’i aşkın konser yönetmiş, 35 ülkede 200 dolayında konser gerçekleştirmiş ve radyo-TV kaydı yapmış, yurtdışı tanıtım açısından büyük değer taşıyan çok sayıda plağın üretilmesine öncülük etmiştir. 1924'te Siirt'in Pervari ilçesinde doğdu. Müziğe ilgisi nedeniyle 1946 yılında Harp okulu'ndan ayrılarak yılında Ankara Devlet Konservatuarı’na giren Şimşek, Anlar ve Zuckmayer ile şeflik çalışmış ve konservatuarı 1953 yılında bitirmiştir.1956 yılında devlet bursuyla Almanya’ya gönderilen değerli şefimiz, yurda dönünce Cumhurbaşkanlığı Senfoni’ye şef yardımcısı olarak atanmıştır. 1961’de iki yıl için yeniden Almanya’ya gönderilmiş, bu dönemde Kuzeybatı Alman Filarmoni Orkestrası’nda ikinci yönetmenlik yapmış, Fransa’da kısa aralıklarla Ecole Normale de Musicque’de Jean Fournet ve Eugéne Bigot’tan yararlanmıştır. 1963 yılında Türkiye’ye dönünce yeni müzik kurumlarımızın müzik yaşamımıza katılmasını getiren “kuruculuk” görevlerini üstlenmiştir. Bu kurumlar arasında; Ankara Radyosu Oda Orkestrası, Ankara Radyosu Çoksesli Korosu, İzmir Devlet Senfoni Orkestrası, Anadolu Oda Orkestrası vardır.

Kendi tanımıyla Hikmet Şimşek bir “müzik misyoneri”dir ve bu genel işlevini çok yönlü çalışmalarla sürdürmüştür. 1985 yılında TRT’de başladığı “PAZAR KONSERİ” başlığı altındaki programı hazırlayıp sunmuştur. 1993 yılından beri süren “Çağdaş Türk Bestecileri” programı da müzikal yaşamımızda katkılar getirmekteydi.

Hikmet Şimşek’in besteci olarak da bazı çalışmaları vardır. Genelde işlevsel nitelikte bulunan bu çalışmalar arasında marşlar, çocuk müzikleri, özel günler yada amaçlar için yazılmış “BOSNA’YA AĞIT”, “GÜNEYDOĞU ŞARKISI”, “ALMANYA’YA SESLENİŞ” gibi yapıtlar önde gelir. Hikmet Şimşek klasik müzik alanında bir çok ilki başaran müzikçilerden biriydi. Türkiye'deki ilk müzik festivallerini yönetti. Evrensel müziğin yurt alanına yayılmasında öncülük ederek Ankara Radyosu Oda Orkestrası ile Çoksesli Korosu'nun ve televizyon müzik bölümünün kurulmasına hizmet etti. Bu kuruluşlarda iki yıl süreyle yöneticilik yaptı.

Hikmet Şimşek, İzmir, Çukurova ve Bursa Devlet Senfoni Orkestraları'nın da kuruculuğunu üstlendi. Sanatçı, çağdaş, evrensel Türk müziğinin gönüllü misyoneri olarak yurtiçinde sunduğu bini aşkın konser, radyo ve televizyon programlarının yanı sıra, yurtdışında yönettiği 200 kadar konserin büyük çoğunluğunda bu eserlerin tanınmalarını sağladı. Şimşek, Türkiye'deki birçok ilk etkinliğin yanı sıra, yurtdışında plak kaydı yapan ilk Türk orkestra şefiydi. Hikmet Şimşek, ressam Nihal Şimşek ile evliydi.

Kırk yıl boyunca Ankara Konservatuarı’nda öğretim üyesi olarak öğrenciler yetiştiren değerli müzikçimiz, “DEVLET SANATÇISI” unvanıyla onurlandırılmıştır.

Hikmet Şimşek sadece klasik müziğin Türkiye'de yerleşmesine katkıda bulunmamış, Türk besteci ve sanatçılarının yurt dışında da tanınmalarını sağlamıştı. Onların eserlerini yurt dışındaki orkestralarla icra etmiş ve plak kayıtlarını yapmıştı. Sanatçımız 12 Ekim 2001 tarihinde aramızdan ayrıldı.

23 Temmuz 2007 Pazartesi


BİR ULUSUN YENİ DEĞİŞİKLİĞİNDE ÖLÇÜ , MUSİKİDE DEĞİŞİKLİĞİ ALABİLMESİ KAVRAYABİLMESİDİR.

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK
   

NeoPod